Şiddetin, yalnızlığın kucağına atılmış bir kasabada, anasının karnından 7 aylıkken atılınca Zebercet, sıkışıvermiş bir Anayurt oteline.
Oteli sığınak yapmış kendine.
Sevgisizliğiyle büyüdüğünden olacak ya da anasından, hep erkenden ayrıldığından, ana gibi yurda bir otele sessizlik olmuş, nefesiyle.
Kendini bulamamışlığın verdiği bir hezeyan belki onda ki. Öylesine bir arayış ki; bir hayalin kokusuna aşık olup, yalnızlığı bekleyerek yaşamaya çalışmanın, ağrısına dayanır.
Kendini, nereye koyduğunu unuttuğundan olacak. Sığındığı damın altında bulamamış kendini...
Yemek, içmek, sevişmek gibi ritüellerini sadece hayatta kalmak için, yaşamın döngüsüne ayak uydurmak için, yapar olmuş...
Hep aynı günler, hep aynı saatler gittiği yerlere, geciken bir Ankara treni yüzünden gitmez olur da, darmadağan olmaz mı bu küçük adam?
Elbet olur...
Zaten olduğundandır ki, tavana astığı ipi özenle yerleştirir.
Zaten olduğundandır ki; ölmek ile yaşamak arasındaki seçimi, olasılıkları hesap ederek, ölümün ensesinde sonsuz olasılıkların vermiş olduğu, özgürlüğe dayanamaz da birden iter masayı ayağının altından...
Her gece özenle yıkadığı ayaklarını, şimdi ölüme yürümek için kullanır.
Çırpınır sonra, yaşam ile ölüm arasında ki tercihinden pişmanmış gibi.
Yusuf Atılgan " Ne oldu? Yapmayı unuttuğu bir şeyi mi anımsadı birden ? Ya da yeryüzünde tek gerçek değerin kendisine verilmiş olduğu, bu olağanüstü yaşam armağanını korumak, her şeye karşın, sağ kalmak, direnmek olduğunu mu anladı giderayak? Yoksa bilinçsiz, canlı etin ölüme kendiliğinden bir tepkisi miydi bu " der...
Oysa ne özgürlükten çıldıran birinin aklına bir iş gelir son dakika. Ne de ilahi bir görev.
Yaşamanın kutsallığı olsaydı akla gelen; damın altında çürüyen benliğini, hayallere, oğlanlara, dayısı tarafından kullanılan bir kadına karşı kabaran erkekliğiyle, birkaç saniyelik rahatlama dışında, gülümsemeyi bilememezliği olmazdı.
Zebercet ki sevilmeyi isteyip " nasılda seninim " sesini yankılatırken kulaklarında. Hayatta onun olan hiçbir şeyi olmayışından, yakınır aslında...
Yaşamda onun değildir, ölümde...
Ne ölmeyi bilenlerin roman kahramanıdır o, ne de yaşamayı bilenlerin...
Ana rahminden atılıp, bir damın altına sıkışmış, ama kendini koyduğu yerde bulamamışların roman kahramanıdır o....
27 Şubat 2015 Cuma
22 Şubat 2015 Pazar
Komşunun Oğlu
Son
zamanlarda düşünmeye başlamıştım; bu toplumsal cinsiyet
meselesi benim hayatımı nasıl etkiliyor, diye. Bunun üzerinde
düşünürken bir anımı hatırladım. Daha küçük bir çocukken
(6 yaşlarında) karşı komşumuz bize gelmişti. Onları çok
seviyordum, çünkü bahçelerinde çok kedi vardı, kedileri çok
seviyorlardı. Hem de sokakta ki köpekleri besliyorlardı. Bunlar
benim bir insanı sevebilmem için yeterli sebeplerdi.
Onlar
bize geldiğinde, misafir için kilitli tutulan o koca salon birden
açıldı. Ben de onların yanında olabilmek için misafirlerin
karşısına geçtim ve oturdum. Üzerimde bir şort ve askılı
vardı. 6 yaşındayken 7-8 gösteriyordum, boyum o zamanda biraz
uzundu ve doğal olarak göğüslerim henüz yoktu. Eğilince yakamı
kapatmazdım. Gözüküyorsa da kaburgamı kaplayan et ve onun
üzerinde daha içi dolmamış göğüs uçlarım gözüküyordu. -6
yaşında ki bir çocuğun bunları hesap ettiğini söyleyemem.-
Benim için komşumuzun oğlunun üstü çıplakken, benim askılı
ile durmamın bir sakıncası yoktu. Hatta benimde üstümün çıplak
olması normaldi. Zaten ikimizin üst bedeni de birebir aynı
sayılırdı. Onunda kaburgasının üzerini kaplayan bir et ama içi
dolmayacak olan göğüs uçları vardı. Benim ve büyük ihtimalle
onun açısından, ikimiz de eşittik... Hatırlıyor musun komşunun
oğlu, dünyalarımız gayet adildi fakat o dünyalarımıza büyükler
karışmaya başlamıştı bile. Eşitliği bozmaktı niyetleri...
Hatırladığım kadarıyla " kediler nasıl?"
diye sormuşum. Fakat cevap alamadan hatta karşıya oturur oturmaz
amcam seslendi. "Gamze, git annene söyle TV açsın, haberlerde
ne var, bak, gel bana anlat." dedi. İtiraf etmeliyim güle
oynaya gittim. Benim için güzel bir görevdi. Yetişkin gibi bir
görevi yerine getirmem gerekiyordu. Hemen annemin yanına koştum. "
Bana TV aç. " dedim. "Neden" dedi. Ben de amcamın
bana dediğini söyledim ve annem beni odaya kapattı: Önce üstümü
çıkardı. Çıplakken komşunun oğlundan tek farkım vardı, o da
adına "kuku" dedikleri kulağa tuhaf gelen saçma sapan
bir kelimeydi.- Sonraları öğrenecektim ondan utanmam gerektiğini.
-Velhasıl, annem beni soydu ve tekrar giydirdi. O yaz sıcağında
artık üzerimde pantolon ve yarım kollu vardı. Daha sonra annemin
yaptığı tek şeyse beni öpüp "haberler başlamadı daha"
demek oldu.
İşte o zaman hiçbir şey anlamamıştım. Salona
gittiğimde beni gören amcam haberleri öğrenmese de gülümsedi.
Garipti... Zaten hacı dedenin karşı koltuğu dolmuştu ve konu
kedilerden uzaklaşmıştı...
O
gün anlamsız gelen bu olay, bugün bende büyük bir yere denk
geliyor. Bu yaşanan, yaşayacaklarımın garantisi gibiydi. Şuan 21
yaşındayım ve şort giymekten nefret ediyorum. Çünkü bu süre
içinde bacağımın şekli, kalınlığı,uzunluğu, kılı- tüyü
hakkında çok şey işittim. Sanırım kadınların sahip
olabileceği bir bacak modeli vardı ve benim o sabit modelden uzak
bacaklarım vardı... Regli olduğumda, annemin neden attığını
dahi anlayamadığım, korkmamam için olduğunu savunduğu bir tokat
yedim. Zaman ilerledi, okul da ped dağıtılınca o bezlerden
utanmam gerektiğini öğrendim. Saklayarak sınıfa girmeliydim.
Zaman ilerledi, dekolte sınırını öğrendim. Zaman ilerledi,
vajinamın önemli, saklanması gereken ve namus denilen bir sınırı
olduğunu öğrendim. zaman ilerledi vajinamda, bebekken beni koruyan
bir zar için insanların bana değer verdiğini öğrendim. Zaman
ilerledi, öpüşmenin ahlaksızca olduğunu, ama öpüşmeyi
bilmemenin dalga geçilecek bir konu olduğunu öğrendim. Zamanla
memelere gözleri kayan erkekleri gördüm ve insanlar büyüdükçe
yüzüme değil de kafamdan aşağıyı süzmeye başladı. Zaman
ilerledi, memelerimi kapatmak için kambur durmaya başladım.
Kamburum çıktı fakat bu da kötü bir görüntü diye beğenilmedi.
Dik durdum, gözler yine boynumun altında meme arayışına geçti.
Zaman ilerledi, yolda yürüyen erkeklerin, tek bir noktaya
kitlenerek yürüdüğünü gördüm. Önde ki kadının kalçasını
takip ediyordu hepsi. Zaman ilerledi insanlar kaşlarımı beğenmedi,
aldır dediler, zaman ilerledi bacağının üstünü al dediler,
zaman ilerledi dudağının üstünü al dediler, zaman ilerledi
yüzünü al dediler, zaman ilerledi kolların erkek gibi az kadın
ol, kollarını al, dediler. Zaman ilerledi, dudakların kalın ruj
sürüp dikkat çekme dediler. Zaman ilerledi, makyajsız kadın mı
olur, ne demek makyaj yapmayı sevmiyorum dediler. Zaman ilerledi, uzunsun dediler, zaman ilerledi belin dediler, memen dediler, kalçan
dediler, bacağın dediler. Hep bir şey dediler. Ve ben devamlı
onlara ayak uydurmaya çalıştım. Sonra bir gün bir şey oldu ve
bağırmaya başladım! Artık ped dağıtılınca saklamak yerine
elimde sınıfa daldım. Bacaklarımdaki kılı tüyü önemsemedim.
Kalın bacak etek giyemez deseler de ben giymeye başladım. Sevgilim
oldu ve onu saklamak zorunda hissetmedim. Bağırmaya başladığım
günden bu yana; seven erkek kıskanır yalanına inanmaz oldum. Bu
yalanlarla beni dizginlemeye çalıştıklarını gördüm.
Kıyafetlerime kimseyi karıştırmaz oldum, karışan olursa
tartışmaya başladım. Erkeklik, kadınlık budur diyenlere "neden
vajina ve penis demekten utanıyorsunuz" dedim. Kolumdaki tüyler
çıkmaya başlayınca, kollarımı kapatmamaya başladım. Dik
yürümeye başladım. Ve karışan oldukça daha çok
bağırdım/bağırıyorum.. Fakat değişmeyen çok şey kaldı. 20
yıldır beynime işlenen şeyleri bir çığlıkla atamayacağımı
biliyordum. Şimdilerde ise bana işlemeye çalıştıkları bu
düzeni kendi içimde kırmaya başladığım için, kızmaya
başladılar, kendilerince dalga geçtiler. Zamanla "kız yapmaz bunu" dediler, "ben KADINIM" dedim. Hepsi kızlık zarını düşünerek
söylediğimi sandığı ve suratıma baktı. Onlara, kadınlığın
onunla bir ilişkisi yok, dedim sanırım anlamadılar. Zamanla, "toplum buna
hazır değil" dediler. "Toplum mu bunu size söyledi" dedim kızdılar.
Zamanla "bu iktidar gitmeden kadın özgür olmaz" dediler. "Ben bu
iktidardan önce de yaşıyordum, mesele bu kadar basit değil bu
erkek egemen sistem yıkılmadan, kadın özgür olmaz" dedim "erkek
egemen de kimmiş?" dediler. Onlar fiziksel olarak kadın güçsüz
dedi, ben kadın sporcuları gösterdim. Kadın her işi yapamaz
dediler, inşaata çalışan kadınların haberlerini açtım. Kadın
kutsaldır dediler, kutsallığı reddediyorum bu bir tahakküm
biçimidir dedim...
Ben
dedim onlar dedi, ben dedim onalar dedi ve cinayetler gündemimizi
sarmaya başladı. İşte o zaman hep bir ağızdan "kadınlara
özgürlük" dedik. Ben de dün bana dediklerini onlara
hatırlattım, sadece "haklısın" dediler.
Komşunun
oğluna mı ne oldu? Sünnet düğünü eğlenceli geçti. Ona sünnet
düğününde takı takıldı, oyuncak alındı, beni dövdüler, ped
aldılar. O üstsüz mahallede dolandı. Bense iki kat giyindim,
sütyen denilen şeyin bana verdiği sırt ağrısı yüzünden çok
oyun oynayamadım. O okuldan kaçtı. Annesi güle oynaya okula
geldi. Benimse ayakkabım yırtıldığı için derse girmeye
utandığım ve derse girmediğim için dersten kaçmış sayıldım.
Annem sinirle geldi...
O
bu günlerde yattığı kadınlarla hava atıp "erkek"
sayılırken, ben hiç sevgilim olmadığı zaman kutsal
sayılıyordum. O milli olduğu günü kutlama hayali kurduğunda,
ben bana dokunan olursa orospu diyecekler diye korkuyordum. Ben
bağırmaya başladığımda o sevgilisini dövüyordu,evlenmek için
bakire kadın arıyordu, kas yapıp hava atıyordu, penisinin boyu
ile ilgili konuşuyor, sünnet fotolarını gösteriyor, küçükken
çekilen çıplak fotoları ile eğleniyor...
Şu
sıra Özgecan için ikimizde bağırıyoruz. Ama o kadınlar
hakkında konuşmaya devam ediyor. Laf atıyor, hala vücut
geliştiriyor, kendisinin bir güç timsali oluğunu düşünüyor.
Kendisinin de biraz katil olduğunun hala farkında değil.
Komşunun
oğlu otobüste hala taciz ediyor, komşunun oğlu tecavüzler
ediyor, komşunun oğlu eşini 52 parçaya bölüyor, komşunun oğlu
yanında ki kadının "düzgün" giyinmesini isterken,
diğer kadınları süzüyor, yolda yürürken öndeki kalçayı
takip ediyor.
Kadın cinayetleri haberlerini bazen paylaşıyor,
üzülüyor fakat katledilen kadın eğer bir pavyonda çalışıyorsa
haberi hemen geçiyor. Sevgilisi ondan çok bilmesin, kendisinden
daha zeki bir kadın yanında olmasın istiyor. -Zaten olsa da "çok
bilmiş" diyor.- Erkekliğin penis iktidarı ile olduğunu,
erkek olmanın güce, boya, performansa bağlı olduğunu düşünüyor.
Kadınla eşit olunmalı diyor ama hayatındaki kadınlarla eşit
olmayı kendine yediremiyor. Kadın dediğin kendine bakar derken,
onun kriterlerine göre kendine bakmayanlara çirkin, kezban diye dalga geçiyor, "lezbiyendir, feminiklerdendir abi kesin, başka
ne olacak" diyerek gülüyor. Kendisini terk eden kadına
"defolup gitti başkasına orospu" diyor. Sevişmeyi,
"kadını yatağa attım oğlum, hatunu altıma
aldım" diye anlatıyor....
O komşunun oğlu pek ağlayamıyor, çünkü ağlayınca "karı gibi ağlama lan" diyeceklerini sanıyor. Komşunun oğlu gazete haberlerine bakıyor, tecavüz, şiddet, taciz, ölüm vs. haberlerini okuyor. Sonra bunları yapana "orospu çocuğu "diyor, "ananı sikeyim" diyor, "amına koyayım" diyor fakat söylediği şeylerle sözel şekilde kadına saldırdığını, söylediklerinin öznesinin kadın olduğunu, haberlerde okudukların da kadınlara yönelik olduğunu fark edemiyor. "Abi ben amk derken nokta gibi kullanıyorum yani, küfür bile değil ya." diyor. Ama bu toplumsal cinsiyet meselesinin hayatına nasıl derinden işlediğini göremiyor. Cinsiyetçi söylemleri ile mutluyken hala kendisinin de bu suçlarda parmağı olduğunu fark edemiyor...
O komşunun oğlu pek ağlayamıyor, çünkü ağlayınca "karı gibi ağlama lan" diyeceklerini sanıyor. Komşunun oğlu gazete haberlerine bakıyor, tecavüz, şiddet, taciz, ölüm vs. haberlerini okuyor. Sonra bunları yapana "orospu çocuğu "diyor, "ananı sikeyim" diyor, "amına koyayım" diyor fakat söylediği şeylerle sözel şekilde kadına saldırdığını, söylediklerinin öznesinin kadın olduğunu, haberlerde okudukların da kadınlara yönelik olduğunu fark edemiyor. "Abi ben amk derken nokta gibi kullanıyorum yani, küfür bile değil ya." diyor. Ama bu toplumsal cinsiyet meselesinin hayatına nasıl derinden işlediğini göremiyor. Cinsiyetçi söylemleri ile mutluyken hala kendisinin de bu suçlarda parmağı olduğunu fark edemiyor...
Sevgilerle
tüm komşularımın oğullarına...
Halil Cibran diyor ki:
"Daha sonra bir konuşmacı söz aldı ve bize Özgürlük'ten söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:
Kentin kapısı önünde ve ocaklarınızın başında özgürlüğünüze tapınmak üzere yere kapanmış olduğunuzu görmüşümdür.
Bu tapınmalarınız sırasında, kölelerin, kendilerinizi ezip öldürmekte olan bir zalim buyrukçunun karşısında eğildikleri gibi öne kapanmıştınız.
Hatta aramızda en özgür diye bilinenin bile, tapınağın korusunda ve burçların gölgesinde özgürlüğünü bir boyunduruk ve kelepçe gibi taşımakta olduğunu da görmüşümdür.
Ve içim sıra yüreğim kanamıştır; çünkü, ne zaman ki özgürlüğün arama tutkusu dahi sizi rahatsız eder ve özgürlüğün bir erek ve tatmin olduğuna dair konuşmayı kesersiniz, işte ancak o zaman özgür kalabilirsiniz.
Ne zaman ki günlerinizin ihtiyaçları düşünmeden ve geceleriniz de bir pişmanlık ve tutkuyla dolu olmadan geçer, işte o zaman gerçekten özgür olursunuz.
Daha doğrusu bu gibi dertler yaşantınızı alt üst ettiği helde kendi bağımsızlığınız ve isteğinizle bunların üstesinden gelebildiğinizde özgür olursunuz.
Ama idrakinizin sabahında, öğle saatlerinize vurduğunuz zincirleri kıramazsınız, gecelerinize ve gündüzlerinize nasıl üstün gelebilirsiniz?
Oysa gerçekte, sizin özgürlük dediğiniz bu zincirlerin en sağlamıdır, ama her halkası güneşin ışınlarıyla parıldamakta ve gözlerinizi kamaştırmaktadır.
Ve özgür olabilmeniz için, kendi benliğinizin görüntülerinden uzaklaşmanız gerekir, değil mi?
Diyelim ki, bu görüntülerden biri adil olmayan bir konun ama onun sizlerin alnına yazmış olan yine kendi ellerinizdir.
Alnınıza yazmış olduğunuz bu kanunun, ne kanun kitaplarını ateşe atmakla, hatta ne de okyanusun bütün suyuyla yargıçlarınızın alınlarını yıkamakla silip-temizleyebilirsiniz.
Ve, diyelim ki, kendisinden kurtulmak istediğiniz bir despot var, ilkin onun içinizde kurmuş olduğu saltanatı yıkmanız gerekir.
Çünkü bir zalimin özgür ve başı dik insanlara hükmedebilmesi için, onların özgürlüklerine bir zulüm ve gururlarında bir utanç bulması gerekmez mi?
Eğer kurtulmak istediğiniz bir dertse, bilin ki bu derdi bir başkası değil kendiniz kendi başınıza sarmışsınızdır.
Ve eğer kurtulmak istediğiniz görüntü bir korkuysa, o korkunun yerleştiği yer kendisinden korkulanın eli değil, sizin yüreğinizdir.
Gerçek şudur ki, varlığınızın içindeki her şey birbirleriyle sarmaş dolaş olarak devinmektedir. Arzulanan ile korkulan, nefret edilen ile kutlanan, kendisine yönelinen ve kaçılan birbirlerine girmiştir.
Bütün bu nesneler, sizlerin içinde birbirleriyle kesişen gölgeler gibi çift çift gezinmektedir.
Ve ne zaman ki bir gölge soluklaşıp silinir, gerideki ışıklardan biri öne çıkar ve bir başka gölgeye ışık olur.
Bu nedenledir ki, özgürlüğünüz kendisine vurulmuş olan zincirlerinden kurtulduğunda, daha büyücek bir özgürlüğe zincir olur."
"Daha sonra bir konuşmacı söz aldı ve bize Özgürlük'ten söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:
Kentin kapısı önünde ve ocaklarınızın başında özgürlüğünüze tapınmak üzere yere kapanmış olduğunuzu görmüşümdür.
Bu tapınmalarınız sırasında, kölelerin, kendilerinizi ezip öldürmekte olan bir zalim buyrukçunun karşısında eğildikleri gibi öne kapanmıştınız.
Hatta aramızda en özgür diye bilinenin bile, tapınağın korusunda ve burçların gölgesinde özgürlüğünü bir boyunduruk ve kelepçe gibi taşımakta olduğunu da görmüşümdür.
Ve içim sıra yüreğim kanamıştır; çünkü, ne zaman ki özgürlüğün arama tutkusu dahi sizi rahatsız eder ve özgürlüğün bir erek ve tatmin olduğuna dair konuşmayı kesersiniz, işte ancak o zaman özgür kalabilirsiniz.
Ne zaman ki günlerinizin ihtiyaçları düşünmeden ve geceleriniz de bir pişmanlık ve tutkuyla dolu olmadan geçer, işte o zaman gerçekten özgür olursunuz.
Daha doğrusu bu gibi dertler yaşantınızı alt üst ettiği helde kendi bağımsızlığınız ve isteğinizle bunların üstesinden gelebildiğinizde özgür olursunuz.
Ama idrakinizin sabahında, öğle saatlerinize vurduğunuz zincirleri kıramazsınız, gecelerinize ve gündüzlerinize nasıl üstün gelebilirsiniz?
Oysa gerçekte, sizin özgürlük dediğiniz bu zincirlerin en sağlamıdır, ama her halkası güneşin ışınlarıyla parıldamakta ve gözlerinizi kamaştırmaktadır.
Ve özgür olabilmeniz için, kendi benliğinizin görüntülerinden uzaklaşmanız gerekir, değil mi?
Diyelim ki, bu görüntülerden biri adil olmayan bir konun ama onun sizlerin alnına yazmış olan yine kendi ellerinizdir.
Alnınıza yazmış olduğunuz bu kanunun, ne kanun kitaplarını ateşe atmakla, hatta ne de okyanusun bütün suyuyla yargıçlarınızın alınlarını yıkamakla silip-temizleyebilirsiniz.
Ve, diyelim ki, kendisinden kurtulmak istediğiniz bir despot var, ilkin onun içinizde kurmuş olduğu saltanatı yıkmanız gerekir.
Çünkü bir zalimin özgür ve başı dik insanlara hükmedebilmesi için, onların özgürlüklerine bir zulüm ve gururlarında bir utanç bulması gerekmez mi?
Eğer kurtulmak istediğiniz bir dertse, bilin ki bu derdi bir başkası değil kendiniz kendi başınıza sarmışsınızdır.
Ve eğer kurtulmak istediğiniz görüntü bir korkuysa, o korkunun yerleştiği yer kendisinden korkulanın eli değil, sizin yüreğinizdir.
Gerçek şudur ki, varlığınızın içindeki her şey birbirleriyle sarmaş dolaş olarak devinmektedir. Arzulanan ile korkulan, nefret edilen ile kutlanan, kendisine yönelinen ve kaçılan birbirlerine girmiştir.
Bütün bu nesneler, sizlerin içinde birbirleriyle kesişen gölgeler gibi çift çift gezinmektedir.
Ve ne zaman ki bir gölge soluklaşıp silinir, gerideki ışıklardan biri öne çıkar ve bir başka gölgeye ışık olur.
Bu nedenledir ki, özgürlüğünüz kendisine vurulmuş olan zincirlerinden kurtulduğunda, daha büyücek bir özgürlüğe zincir olur."
Biz çok şey yaparız, bir şey hariç...
Bizim sorunumuz çok açık. Bir intihar gördüğümüzde izleriz: " Nasıl atlayacak? Bence atlamayacak? Yemez. Salak, aptala bak ya" diyerek bir yok oluşu, bireysel bir savaşı, sancıyı izleriz. Atlasana lan ! deriz. Atla.. Zaten hayat boyunca sözel olarak dile getirmemekte, etkileşimlerimiz ile, paylaşım alanlarımızda, kamuda, masada, içerken, konuşurken, severken, ağlarken gizlice 'atlasana' diye fısıldamış oluruz..
Videoya çekeriz. Çünkü fenomen olabiliriz. İnsanlar ilk bizden izler, hepimiz gazeteciyizdir, hepimiz magazin muhabiriyizdir. Hepimizin içinde biraz televole yatar.
Bir veda videosu izlediğimizde: Allah'a bağlarız. Çünkü onun ile yatar-kalkarız. Yaşamanın zorluğunu, ondaki yükü görmez de, yatıp kalkıp ona ayıp oldu deriz. Sen kimsin ki?
Tavsiyeler veririz. Yapmasaydın böyle, yazık ettin kendine, psikologa gitseydin ya...
Unuturuz ki, nefesi tükenmiş birine bu tavsiyeler yaramaz, ruhu göçmüştür bedeninden, çığlık atsan, sesin, artık o ruhu tutamaz.
Bir veda videosu izlediğimizde: Allah'a bağlarız. Çünkü onun ile yatar-kalkarız. Yaşamanın zorluğunu, ondaki yükü görmez de, yatıp kalkıp ona ayıp oldu deriz. Sen kimsin ki?
Tavsiyeler veririz. Yapmasaydın böyle, yazık ettin kendine, psikologa gitseydin ya...
Unuturuz ki, nefesi tükenmiş birine bu tavsiyeler yaramaz, ruhu göçmüştür bedeninden, çığlık atsan, sesin, artık o ruhu tutamaz.
Küfrederiz yine. Çünkü başka bir yol bilmeyiz. Biz varızdır hatta, bizim doğrularımız vardır. O doğruya uymazsan küfrü hakkedersin. Çünkü tek gerçekliği reddetmiş oluruz. Yani eleştirenin fikrini!
Acırız. Çünkü bizler şevkat yuvalarıyızdır. Sarılmak isteriz belki ona, kendimizce isyan ederiz.
Acırız. Çünkü bizler şevkat yuvalarıyızdır. Sarılmak isteriz belki ona, kendimizce isyan ederiz.

Aman Allah.. Biz çok şey yaparız biz. Ağlarız, kızarız, izleriz, güleriz. Çok şey yaparız
Sormayız, çünkü bunların cevabını biz zaten biliyoruzdur. Cevabını olduğu gibi çözümü de biliyoruzdur. Yaşadığımızdan belli değil midir?
ama bir şey hariç: Anlamaya çalışmayız hiç. Neden? Niçin? Algılar nedir? Boyutu ne olabilir? Söylenen bu veda sözü nereye denk gelir? Gözlerinde bir imdat çığlığı var mıdır?...Sormayız, çünkü bunların cevabını biz zaten biliyoruzdur. Cevabını olduğu gibi çözümü de biliyoruzdur. Yaşadığımızdan belli değil midir?
Biz çok şey yaparız, bir şey hariç..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)