27 Mayıs 2015 Çarşamba

Ve ben öldüm.

Merhaba,
Ben Songül Arslan.
Güvencesiz bir şekilde YAŞAMAK için çalışıyordum. Her şey çok yorucuydu. Uzun saatler boyunca, tatil nedir bilmeden çalışıp az ücret aldım. Üniversite içinde düzenlenen ve havalı bulunan partilerde saatlerce çalışıp, para almayan/alamayan arkadaşlarım ile her gün, sabahın erken saatlerinde servise doluşuyorduk. Yanlış anlaşılmasın keyfimizden değil para almamazlığımız. Para vermediklerindendi, köle gibi çalışmamız. Sesimizi çıkarırsak kovulacağımızdandı... Güvencemizde hiç olmadı.
Çocuklar, iş, hayat derken çok yoruluyordum. Evde çalışmaktan, işte çalışmaktan, sıkıntıdan, stresten çok yoruluyordum. Nitekim ağrılarım başladı. Yavaş yavaş başladı. Bir gün çok çalışmaktan belim ağrıdı. Bir gün yetişemediğim bu hayatın yorgunluğuna yenik düşüp ağzımın tadı tuzu kalmayınca, şekerim düştü. Sonra başıma ağrılar girmeye başladı. Konuşamadıklarımın beynimin içinde olan kavgasından mı bilmem, çok ağrıdı... ağrıdı... ağrıdı... ağrıdı... Ben çalıştıkça beynim ağrıdı. Doktora da gidemedim... Doktor dediğin şey çok para... Aman Allah, akşam eve giderken patates alacağım para, o para. Karın doyması beklemez ama baş ağrısı bekler dedim. Her gün ekmeği olanın bu ayrımı anlamasını da hiç beklemedim...
Sonra bir gün uyandım...
Hava güzeldi. Giyindim. Herkesin ki gibi bir gündü işte. Herkesle aynı güneşe baktım. Son bakışımmış gibi baktım. İşe gittim. Çalıştım... Beynim çok ağrıdı. Ben çalıştım... Beynim ağrımaya devam etti... Ben çalıştım... Beynim ağrıdı... Ben çalıştım... Sonunda nöbet değişim vakti, tamamen tükendiğim bir anda, düştüm...
Bedenimden ruhum çıktı gibi oldu. Kendi kendimi izlemeye başladım. Birileri geldi. Beni uyandırmak istedi, çabaladılar da. Onlar beni ayıltmaya çalıştıkça ruhum ile bedenim arasındaki göbek bağım yavaşça zayıflamaya başladı. Çalıştığım yerdeki yurt müdürü yavaş hareket ettikçe, çalıştığım yerde bir doktor olmayınca, onu geçtim bir hemşire bile olmayınca, bendeki güç azalmaya başladı.
Bedenime tutunmak için çok çabaladı ruhum.
İnanın çok çabaladım.
Çok bekledim.
Dakikalarca.
Ağladılar başımda. “Susun” diye bağırdım. “Doktor bulun” dedim. Ama yoktu(!) Ne bir ambulans geldi ne bir doktor ne de bir hemşire. Her bayılmayı tansiyon sandığımızdan olsa gerek, beni de çok sarstılar. Onlar beni sarsmaya devam ettikçe ruhum ile bedenim arasındaki göbek bağı gittikçe zayıfladı. Sonra birileri geldi. Sıradan bir araca taşıdılar beni, çöp poşetiymişim gibi. Sallana sallana götürdüler. Yollarda çok çukur vardı sanırım ya da çok taş vardı, yaşamım boyunca olduğu gibi. Araba zıplamaya devam ettikçe göbek bağım daha da zayıfladı.
Onlar beni sarstıkça, araba zıpladıkça, zaman geçtikçe zayıflayan göbek bağımı tutamaz oldum. Bedenim ve ruhum bağımsızlığını ilan ediyor gibiydi...
Ve sonunda, bir saati tamamlayacak kadar çok dakika sonunda geldik hastaneye.
Beynimin içi kanıyordu(!)...
Müdahale ettiler ama sanki çok geçti. Çünkü bedenim ve ruhum arasındaki bağ kopmuş, ruhum öylece bedenimin elini tutmuştu sadece. Beynimin içi kanamaya devam etti.
Ruhum elimden tutunca anladım. Konuşmadıklarım gözlerimden yaş olup akacakken, beynimin içinde kan olup akmış. Kalbim bu ağlamaya dayanamamış durmuş, sonra yine yorgunca atmaya devam etmeye karar vermiş…
Geç anladım patatesin bekleyebileceğini...
Gece ruh gibi biraz gezindim. Hastahanenin dışına baktım. İnsanlar ağlıyordu. Ağlayın dedim, ağlayın. Gözyaşlarınız akmaz ise beyniniz kan ağlar. Siz ağlayın.
Kapının önünde gülen insanları gördüm. Çalıştığım şirketin ve şirketin bizi çalıştırdığı okulun, yetkili abilerini... Onlar gülüyordu. Hatta okulda görevli bir şef “goool” diye bağırdı. Maç izliyordu. Sanırım kan ağlamak önemsiz bir şeydi, en azından bir golden.
Ben ise o sıra boş vermeyi öğrenip bakmaya devam ettim. Kalabalık arasında öğrencileri seçtim. Kara kıvırcık saçlı bir kadını gördüm. Daha dün ona tost yaptığımı hatırladım. Domatesli tost istemişti de ben tostun yanına domates kesip vermiştim “abla ya” demişti. “Beynimin kan ağlaması bitince, domatesli tost yapmayı öğreneceğim” dedim...
Zaman geçti, insanlar yoruldu. Yeni bir gün doğdu, ruhum da yoruldu. Ruhum, bedenimin elinden çekti elini yavaşça. Kaydı elleri birbirinden. O eller avuçların arasından gidince her şey birden durdu…
Derin bir nefes doldu içim.
Şimdi ben özgür müyüm? Bozuk düzenin neresinde, yaşayan bir ölüyüm? Bir hayalet gibi dolanıyorum ortalıkta.
Neyse, sonra ne mi oldu?
ÖLDÜM.
Garip bir düzenin, canı tatlı çocukları olduğumuzdan unuturuz her şeyi. Ben de benden önce ölen birçok insanı unuttum... Ama onların benim gibi yaşama ihtimali yoktu. Ben kendi yaşama ihtimalimin içinde boğularak öldüm. Hem de para içinde yüzen insanların, havuzlarından bir miktar para eksilmesin diye.
Şimdi soruyorum size; daha fazla ölmemem için ne yapmalı?
Gamze Çevik



Not:
Arel Üniversitesi taşeron işçisi Songül Arslan, sağlık güvencesi olmadığı için doktora gidemedi, fenalaştığında ambulans gelmediği için hastaneye gidemedi. Hayatını kaybeden işçi Songül Aslan ihmaller sonucu 22.05.2015 günü hayata gözlerini yumdu.

27 Şubat 2015 Cuma

Anayurt Otelinde Zebercet

Şiddetin, yalnızlığın kucağına atılmış bir kasabada, anasının karnından 7 aylıkken atılınca Zebercet, sıkışıvermiş bir Anayurt oteline.
Oteli sığınak yapmış kendine.
Sevgisizliğiyle büyüdüğünden olacak ya da anasından, hep erkenden ayrıldığından, ana gibi yurda bir otele sessizlik olmuş, nefesiyle.
Kendini bulamamışlığın verdiği bir hezeyan belki onda ki. Öylesine bir arayış ki; bir hayalin kokusuna aşık olup, yalnızlığı bekleyerek yaşamaya çalışmanın, ağrısına dayanır.
 Kendini, nereye koyduğunu unuttuğundan olacak. Sığındığı damın altında bulamamış kendini...
Yemek, içmek, sevişmek gibi ritüellerini sadece hayatta kalmak için, yaşamın döngüsüne ayak uydurmak için, yapar olmuş...
Hep aynı günler, hep aynı saatler gittiği yerlere, geciken bir Ankara treni yüzünden gitmez olur da, darmadağan olmaz mı bu küçük adam?
Elbet olur...
Zaten olduğundandır ki, tavana astığı ipi özenle yerleştirir.
Zaten olduğundandır ki; ölmek ile yaşamak arasındaki seçimi, olasılıkları hesap ederek, ölümün ensesinde sonsuz olasılıkların vermiş olduğu, özgürlüğe dayanamaz da birden iter masayı ayağının altından...
Her gece özenle yıkadığı ayaklarını, şimdi ölüme yürümek için kullanır.
Çırpınır sonra, yaşam ile ölüm arasında ki tercihinden pişmanmış gibi.
Yusuf Atılgan " Ne oldu? Yapmayı unuttuğu bir şeyi mi anımsadı birden ? Ya da yeryüzünde tek gerçek değerin kendisine verilmiş olduğu, bu olağanüstü yaşam armağanını korumak, her şeye karşın, sağ kalmak, direnmek olduğunu mu anladı giderayak? Yoksa bilinçsiz, canlı etin ölüme kendiliğinden bir tepkisi miydi bu " der...
Oysa ne özgürlükten çıldıran birinin aklına bir iş gelir son dakika. Ne de ilahi bir görev.
Yaşamanın kutsallığı olsaydı akla gelen; damın altında çürüyen benliğini, hayallere, oğlanlara, dayısı tarafından kullanılan bir kadına karşı kabaran erkekliğiyle, birkaç saniyelik rahatlama dışında, gülümsemeyi bilememezliği olmazdı.
Zebercet ki sevilmeyi isteyip " nasılda seninim " sesini yankılatırken kulaklarında. Hayatta onun olan hiçbir şeyi olmayışından, yakınır aslında...
Yaşamda onun değildir, ölümde...
Ne ölmeyi bilenlerin roman kahramanıdır o, ne de yaşamayı bilenlerin...
Ana rahminden atılıp, bir damın altına sıkışmış, ama kendini koyduğu yerde bulamamışların roman kahramanıdır o....

22 Şubat 2015 Pazar

Komşunun Oğlu



Son zamanlarda düşünmeye başlamıştım; bu toplumsal cinsiyet meselesi benim hayatımı nasıl etkiliyor, diye. Bunun üzerinde düşünürken bir anımı hatırladım. Daha küçük bir çocukken (6 yaşlarında) karşı komşumuz bize gelmişti. Onları çok seviyordum, çünkü bahçelerinde çok kedi vardı, kedileri çok seviyorlardı. Hem de sokakta ki köpekleri besliyorlardı. Bunlar benim bir insanı sevebilmem için yeterli sebeplerdi.
Onlar bize geldiğinde, misafir için kilitli tutulan o koca salon birden açıldı. Ben de onların yanında olabilmek için misafirlerin karşısına geçtim ve oturdum. Üzerimde bir şort ve askılı vardı. 6 yaşındayken 7-8 gösteriyordum, boyum o zamanda biraz uzundu ve doğal olarak göğüslerim henüz yoktu. Eğilince yakamı kapatmazdım. Gözüküyorsa da kaburgamı kaplayan et ve onun üzerinde daha içi dolmamış göğüs uçlarım gözüküyordu. -6 yaşında ki bir çocuğun bunları hesap ettiğini söyleyemem.- Benim için komşumuzun oğlunun üstü çıplakken, benim askılı ile durmamın bir sakıncası yoktu. Hatta benimde üstümün çıplak olması normaldi. Zaten ikimizin üst bedeni de birebir aynı sayılırdı. Onunda kaburgasının üzerini kaplayan bir et ama içi dolmayacak olan göğüs uçları vardı. Benim ve büyük ihtimalle onun açısından, ikimiz de eşittik... Hatırlıyor musun komşunun oğlu, dünyalarımız gayet adildi fakat o dünyalarımıza büyükler karışmaya başlamıştı bile. Eşitliği bozmaktı niyetleri...
Misafirler odaya yerleşince, bize gelen hacı dedenin karşısına geçtim ve oturdum. 
Hatırladığım kadarıyla " kediler nasıl?" diye sormuşum. Fakat cevap alamadan hatta karşıya oturur oturmaz amcam seslendi. "Gamze, git annene söyle TV açsın, haberlerde ne var, bak, gel bana anlat." dedi. İtiraf etmeliyim güle oynaya gittim. Benim için güzel bir görevdi. Yetişkin gibi bir görevi yerine getirmem gerekiyordu. Hemen annemin yanına koştum. " Bana TV aç. " dedim. "Neden" dedi. Ben de amcamın bana dediğini söyledim ve annem beni odaya kapattı: Önce üstümü çıkardı. Çıplakken komşunun oğlundan tek farkım vardı, o da adına "kuku" dedikleri kulağa tuhaf gelen saçma sapan bir kelimeydi.- Sonraları öğrenecektim ondan utanmam gerektiğini. -Velhasıl, annem beni soydu ve tekrar giydirdi. O yaz sıcağında artık üzerimde pantolon ve yarım kollu vardı. Daha sonra annemin yaptığı tek şeyse beni öpüp "haberler başlamadı daha" demek oldu.
 İşte o zaman hiçbir şey anlamamıştım. Salona gittiğimde beni gören amcam haberleri öğrenmese de gülümsedi. Garipti... Zaten hacı dedenin karşı koltuğu dolmuştu ve konu kedilerden uzaklaşmıştı...
O gün anlamsız gelen bu olay, bugün bende büyük bir yere denk geliyor. Bu yaşanan, yaşayacaklarımın garantisi gibiydi. Şuan 21 yaşındayım ve şort giymekten nefret ediyorum. Çünkü bu süre içinde bacağımın şekli, kalınlığı,uzunluğu, kılı- tüyü hakkında çok şey işittim. Sanırım kadınların sahip olabileceği bir bacak modeli vardı ve benim o sabit modelden uzak bacaklarım vardı... Regli olduğumda, annemin neden attığını dahi anlayamadığım, korkmamam için olduğunu savunduğu bir tokat yedim. Zaman ilerledi, okul da ped dağıtılınca o bezlerden utanmam gerektiğini öğrendim. Saklayarak sınıfa girmeliydim. Zaman ilerledi, dekolte sınırını öğrendim. Zaman ilerledi, vajinamın önemli, saklanması gereken ve namus denilen bir sınırı olduğunu öğrendim. zaman ilerledi vajinamda, bebekken beni koruyan bir zar için insanların bana değer verdiğini öğrendim. Zaman ilerledi, öpüşmenin ahlaksızca olduğunu, ama öpüşmeyi bilmemenin dalga geçilecek bir konu olduğunu öğrendim. Zamanla memelere gözleri kayan erkekleri gördüm ve insanlar büyüdükçe yüzüme değil de kafamdan aşağıyı süzmeye başladı. Zaman ilerledi, memelerimi kapatmak için kambur durmaya başladım. Kamburum çıktı fakat bu da kötü bir görüntü diye beğenilmedi. Dik durdum, gözler yine boynumun altında meme arayışına geçti. Zaman ilerledi, yolda yürüyen erkeklerin, tek bir noktaya kitlenerek yürüdüğünü gördüm. Önde ki kadının kalçasını takip ediyordu hepsi. Zaman ilerledi insanlar kaşlarımı beğenmedi, aldır dediler, zaman ilerledi bacağının üstünü al dediler, zaman ilerledi dudağının üstünü al dediler, zaman ilerledi yüzünü al dediler, zaman ilerledi kolların erkek gibi az kadın ol, kollarını al, dediler. Zaman ilerledi, dudakların kalın ruj sürüp dikkat çekme dediler. Zaman ilerledi, makyajsız kadın mı olur, ne demek makyaj yapmayı sevmiyorum dediler. Zaman ilerledi, uzunsun dediler, zaman ilerledi belin dediler, memen dediler, kalçan dediler, bacağın dediler. Hep bir şey dediler. Ve ben devamlı onlara ayak uydurmaya çalıştım. Sonra bir gün bir şey oldu ve bağırmaya başladım! Artık ped dağıtılınca saklamak yerine elimde sınıfa daldım. Bacaklarımdaki kılı tüyü önemsemedim. Kalın bacak etek giyemez deseler de ben giymeye başladım. Sevgilim oldu ve onu saklamak zorunda hissetmedim. Bağırmaya başladığım günden bu yana; seven erkek kıskanır yalanına inanmaz oldum. Bu yalanlarla beni dizginlemeye çalıştıklarını gördüm. Kıyafetlerime kimseyi karıştırmaz oldum, karışan olursa tartışmaya başladım. Erkeklik, kadınlık budur diyenlere "neden vajina ve penis demekten utanıyorsunuz" dedim. Kolumdaki tüyler çıkmaya başlayınca, kollarımı kapatmamaya başladım. Dik yürümeye başladım. Ve karışan oldukça daha çok bağırdım/bağırıyorum.. Fakat değişmeyen çok şey kaldı. 20 yıldır beynime işlenen şeyleri bir çığlıkla atamayacağımı biliyordum. Şimdilerde ise bana işlemeye çalıştıkları bu düzeni kendi içimde kırmaya başladığım için, kızmaya başladılar, kendilerince dalga geçtiler. Zamanla "kız yapmaz bunu" dediler, "ben KADINIM" dedim. Hepsi kızlık zarını düşünerek söylediğimi sandığı ve suratıma baktı. Onlara, kadınlığın onunla bir ilişkisi yok, dedim sanırım anlamadılar. Zamanla, "toplum buna hazır değil" dediler. "Toplum mu bunu size söyledi" dedim kızdılar. Zamanla "bu iktidar gitmeden kadın özgür olmaz" dediler. "Ben bu iktidardan önce de yaşıyordum, mesele bu kadar basit değil bu erkek egemen sistem yıkılmadan, kadın özgür olmaz" dedim "erkek egemen de kimmiş?" dediler. Onlar fiziksel olarak kadın güçsüz dedi, ben kadın sporcuları gösterdim. Kadın her işi yapamaz dediler, inşaata çalışan kadınların haberlerini açtım. Kadın kutsaldır dediler, kutsallığı reddediyorum bu bir tahakküm biçimidir dedim...
Ben dedim onlar dedi, ben dedim onalar dedi ve cinayetler gündemimizi sarmaya başladı. İşte o zaman hep bir ağızdan "kadınlara özgürlük" dedik. Ben de dün bana dediklerini onlara hatırlattım, sadece "haklısın" dediler.
Komşunun oğluna mı ne oldu? Sünnet düğünü eğlenceli geçti. Ona sünnet düğününde takı takıldı, oyuncak alındı, beni dövdüler, ped aldılar. O üstsüz mahallede dolandı. Bense iki kat giyindim, sütyen denilen şeyin bana verdiği sırt ağrısı yüzünden çok oyun oynayamadım. O okuldan kaçtı. Annesi güle oynaya okula geldi. Benimse ayakkabım yırtıldığı için derse girmeye utandığım ve derse girmediğim için dersten kaçmış sayıldım. Annem sinirle geldi...
O bu günlerde yattığı kadınlarla hava atıp "erkek" sayılırken, ben hiç sevgilim olmadığı zaman kutsal sayılıyordum. O milli olduğu günü kutlama hayali kurduğunda, ben bana dokunan olursa orospu diyecekler diye korkuyordum. Ben bağırmaya başladığımda o sevgilisini dövüyordu,evlenmek için bakire kadın arıyordu, kas yapıp hava atıyordu, penisinin boyu ile ilgili konuşuyor, sünnet fotolarını gösteriyor, küçükken çekilen çıplak fotoları ile eğleniyor...
Şu sıra Özgecan için ikimizde bağırıyoruz. Ama o kadınlar hakkında konuşmaya devam ediyor. Laf atıyor, hala vücut geliştiriyor, kendisinin bir güç timsali oluğunu düşünüyor. Kendisinin de biraz katil olduğunun hala farkında değil.
Komşunun oğlu otobüste hala taciz ediyor, komşunun oğlu tecavüzler ediyor, komşunun oğlu eşini 52 parçaya bölüyor, komşunun oğlu yanında ki kadının "düzgün" giyinmesini isterken, diğer kadınları süzüyor, yolda yürürken öndeki kalçayı takip ediyor.
 Kadın cinayetleri haberlerini bazen paylaşıyor, üzülüyor fakat katledilen kadın eğer bir pavyonda çalışıyorsa haberi hemen geçiyor. Sevgilisi ondan çok bilmesin, kendisinden daha zeki bir kadın yanında olmasın istiyor. -Zaten olsa da "çok bilmiş" diyor.- Erkekliğin penis iktidarı ile olduğunu, erkek olmanın güce, boya, performansa bağlı olduğunu düşünüyor. Kadınla eşit olunmalı diyor ama hayatındaki kadınlarla eşit olmayı kendine yediremiyor. Kadın dediğin kendine bakar derken, onun kriterlerine göre kendine bakmayanlara çirkin, kezban diye dalga geçiyor, "lezbiyendir, feminiklerdendir abi kesin, başka ne olacak" diyerek gülüyor. Kendisini terk eden kadına "defolup gitti başkasına orospu" diyor. Sevişmeyi, "kadını yatağa attım oğlum, hatunu altıma aldım" diye anlatıyor.... 
O komşunun oğlu pek ağlayamıyor, çünkü ağlayınca "karı gibi ağlama lan" diyeceklerini sanıyor. Komşunun oğlu gazete haberlerine bakıyor, tecavüz, şiddet, taciz, ölüm vs. haberlerini okuyor. Sonra bunları yapana "orospu çocuğu "diyor, "ananı sikeyim" diyor, "amına koyayım" diyor fakat söylediği şeylerle sözel şekilde kadına saldırdığını, söylediklerinin öznesinin kadın olduğunu, haberlerde okudukların da kadınlara yönelik olduğunu fark edemiyor. "Abi ben amk derken nokta gibi kullanıyorum yani, küfür bile değil ya." diyor. Ama bu toplumsal cinsiyet meselesinin hayatına nasıl derinden işlediğini göremiyor. Cinsiyetçi söylemleri ile mutluyken hala kendisinin de bu suçlarda parmağı olduğunu fark edemiyor...

Sevgilerle tüm komşularımın oğullarına...




Halil Cibran diyor ki: 
"Daha sonra bir konuşmacı söz aldı ve bize Özgürlük'ten söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:
Kentin kapısı önünde ve ocaklarınızın başında özgürlüğünüze tapınmak üzere yere kapanmış olduğunuzu görmüşümdür.
Bu tapınmalarınız sırasında, kölelerin, kendilerinizi ezip öldürmekte olan bir zalim buyrukçunun karşısında eğildikleri gibi öne kapanmıştınız.
Hatta aramızda en özgür diye bilinenin bile, tapınağın korusunda ve burçların gölgesinde özgürlüğünü bir boyunduruk ve kelepçe gibi taşımakta olduğunu da görmüşümdür.
Ve içim sıra yüreğim kanamıştır; çünkü, ne zaman ki özgürlüğün arama tutkusu dahi sizi rahatsız eder ve özgürlüğün bir erek ve tatmin olduğuna dair konuşmayı kesersiniz, işte ancak o zaman özgür kalabilirsiniz.
Ne zaman ki günlerinizin ihtiyaçları düşünmeden ve geceleriniz de bir pişmanlık ve tutkuyla dolu olmadan geçer, işte o zaman gerçekten özgür olursunuz.
Daha doğrusu bu gibi dertler yaşantınızı alt üst ettiği helde kendi bağımsızlığınız ve isteğinizle bunların üstesinden gelebildiğinizde özgür olursunuz.
Ama idrakinizin sabahında, öğle saatlerinize vurduğunuz zincirleri kıramazsınız, gecelerinize ve gündüzlerinize nasıl üstün gelebilirsiniz?
Oysa gerçekte, sizin özgürlük dediğiniz bu zincirlerin en sağlamıdır, ama her halkası güneşin ışınlarıyla parıldamakta ve gözlerinizi kamaştırmaktadır.
Ve özgür olabilmeniz için, kendi benliğinizin görüntülerinden uzaklaşmanız gerekir, değil mi?
Diyelim ki, bu görüntülerden biri adil olmayan bir konun ama onun sizlerin alnına yazmış olan yine kendi ellerinizdir.
Alnınıza yazmış olduğunuz bu kanunun, ne kanun kitaplarını ateşe atmakla, hatta ne de okyanusun bütün suyuyla yargıçlarınızın alınlarını yıkamakla silip-temizleyebilirsiniz.
Ve, diyelim ki, kendisinden kurtulmak istediğiniz bir despot var, ilkin onun içinizde kurmuş olduğu saltanatı yıkmanız gerekir.
Çünkü bir zalimin özgür ve başı dik insanlara hükmedebilmesi için, onların özgürlüklerine bir zulüm ve gururlarında bir utanç bulması gerekmez mi?
Eğer kurtulmak istediğiniz bir dertse, bilin ki bu derdi bir başkası değil kendiniz kendi başınıza sarmışsınızdır.
Ve eğer kurtulmak istediğiniz görüntü bir korkuysa, o korkunun yerleştiği yer kendisinden korkulanın eli değil, sizin yüreğinizdir.
Gerçek şudur ki, varlığınızın içindeki her şey birbirleriyle sarmaş dolaş olarak devinmektedir. Arzulanan ile korkulan, nefret edilen ile kutlanan, kendisine yönelinen ve kaçılan birbirlerine girmiştir.
Bütün bu nesneler, sizlerin içinde birbirleriyle kesişen gölgeler gibi çift çift gezinmektedir.
Ve ne zaman ki bir gölge soluklaşıp silinir, gerideki ışıklardan biri öne çıkar ve bir başka gölgeye ışık olur.
Bu nedenledir ki, özgürlüğünüz kendisine vurulmuş olan zincirlerinden kurtulduğunda, daha büyücek bir özgürlüğe zincir olur."


Biz çok şey yaparız, bir şey hariç...
Bizim sorunumuz çok açık. Bir intihar gördüğümüzde izleriz: " Nasıl atlayacak? Bence atlamayacak? Yemez. Salak, aptala bak ya" diyerek bir yok oluşu, bireysel bir savaşı, sancıyı izleriz. Atlasana lan ! deriz. Atla.. Zaten hayat boyunca sözel olarak dile getirmemekte, etkileşimlerimiz ile, paylaşım alanlarımızda, kamuda, masada, içerken, konuşurken, severken, ağlarken gizlice 'atlasana' diye fısıldamış oluruz..
Videoya çekeriz. Çünkü fenomen olabiliriz. İnsanlar ilk bizden izler, hepimiz gazeteciyizdir, hepimiz magazin muhabiriyizdir. Hepimizin içinde biraz televole yatar.
Bir veda videosu izlediğimizde: Allah'a bağlarız. Çünkü onun ile yatar-kalkarız. Yaşamanın zorluğunu, ondaki yükü görmez de, yatıp kalkıp ona ayıp oldu deriz. Sen kimsin ki?
Tavsiyeler veririz. Yapmasaydın böyle, yazık ettin kendine, psikologa gitseydin ya...
Unuturuz ki, nefesi tükenmiş birine bu tavsiyeler yaramaz, ruhu göçmüştür bedeninden, çığlık atsan, sesin, artık o ruhu tutamaz.
Küfrederiz yine. Çünkü başka bir yol bilmeyiz. Biz varızdır hatta, bizim doğrularımız vardır. O doğruya uymazsan küfrü hakkedersin. Çünkü tek gerçekliği reddetmiş oluruz. Yani eleştirenin fikrini!
Acırız. Çünkü bizler şevkat yuvalarıyızdır. Sarılmak isteriz belki ona, kendimizce isyan ederiz. 
Ve bunun gibi bir sürü şey yaparız. Hayatımızda anlatılacak bir anımız olmuştur. Şimdi ağlarız, yarın gülerek anlatırız. Her şeyi yaparız, hiçbir şey yapmayarak... Ah hele o canı giden bizim normlarımıza uymadımı.. İşte o zaman yakar yıkarız, dağıtırız ortalığı. Çünkü biz birizdir. Tekiz! Doğruyuz! O ne mi yaşamış? Önemsemeyiz... - Zaten ne yaşamış olabilir ki? Hep ondan daha beteri vardır hayatta ya da en kötüsünü biz yaşıyoruzdur ama direniyoruzdur hayata.- Bununla övünürüz... Bilmeyiz kanadı kırılan kuşun kaç gün acı ile kıvranacağını. Her kuşu bir belleriz de ona göre bir ömür biçeriz...
Aman Allah.. Biz çok şey yaparız biz. Ağlarız, kızarız, izleriz, güleriz. Çok şey yaparız
Sormayız, çünkü bunların cevabını biz zaten biliyoruzdur. Cevabını olduğu gibi çözümü de biliyoruzdur. Yaşadığımızdan belli değil midir?
ama bir şey hariç: Anlamaya çalışmayız hiç. Neden? Niçin? Algılar nedir? Boyutu ne olabilir? Söylenen bu veda sözü nereye denk gelir? Gözlerinde bir imdat çığlığı var mıdır?...
Biz çok şey yaparız, bir şey hariç..